Soru

Üstad ve Rehbersizlik

Üstad 11. Lemada "bu fakir Said eski Said den çıkmağa çalıştığı bir zamanda, rehbersizlik den ve nefsi emmarenin gururunan gayet müdhiş ve manevi bir fırtına içerisinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar." diyor. Burada rehbersizlikten ifadesi akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar ile neyi kasd ediyor. İzah eder misiniz?

Tarih: 20.09.2014 13:40:54
Okunma: 3677

Cevap

28. Mektub 3. Meselede buna dair şöyle bir izah var:

"Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, Eski Said’in gāfil kafasına müdhiş tokatlar indi. اَلْمَوْتُ حَقٌّ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi. Bir yol aradı. Bir halâskâr taharrî etti. 

Gördü ki, yollar muhtelif, tereddüdde kaldı. Gavs-ı Aʻzam olan Şeyh-i Geylânî radıyallâhü anhın Fütûhu’l-Gayb nâmındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı: اَنْتَ ف۪ي دَارِالْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَب۪يبًا يُدَاو۪ي قَلْبَكَ Acîbdir ki, o vakit ben Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiye a‘zâsı idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedâviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyâde hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir. İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabîb ara.” Ben dedim: “Sen tabîbim ol.” Tuttum, kendimi ona muhâtab addederek, o kitabı bana hitâb ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyât-ı cerrâhiye yaptı, dayanamadım. Yarısına kadar kendimi ona muhâtab ederek okudum. Bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra ameliyât-ı şifâkârâneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstâdımın kitabını tamam okudum ve çok istifâde ettim. Ve onun virdini ve münâcâtını dinledim, çok istifâza ettim.

 Sonra İmâm-ı Rabbânî’nin Mektubât kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis birtefe’ül ederek açtım. Acâibdendir ki, bütün Mektubât’ında, yalnız iki yerde ‘Bedîüzzaman' lafzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mîrzâ olduğundan, o mektubların başında, “Mîrzâ Bedîüzzaman’a mektub” diye yazılı olarak gördüm. “Fesübhânallâh!” dedim. “Bu bana hitâb ediyor.” O zaman Eski Said’in bir lakabı, Bedîüzzaman idi. Hal­buki hicretin üç yüz senesinde, Bedîüzzaman-ı Hemedânî’den başka, o lakabla iştihâr etmiş zâtları bilmiyordum. Halbuki İmam’ın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış. 

O zâtın hâli, benim hâlime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdimedevâ buldum. Yalnız imam, o mektublarında tavsiye ettiği gibi, çok mek­tublarında musırrâne şunu tavsiye ediyor: “Tevhîd-i kıble et! Yani birini üstâd tut, arkasından git. Başkasıyla meşgul olma.” Şu en mühim tavsiyesi benim isti‘dâdıma ve ahvâl-i rûhiyeme muvâfık gelmedi. Ne kadar düşündüm, bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Her birinde ayrı ayrı câzibedâr hâsiyetler var. Biriyle iktifâ edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki, bu muhtelifturukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyârelerin güneşi, Kur’ân-ı Hakîm’dir. Hakîkî tevhîd-i kıble bunda olur.

Öyle ise, en aʻlâ mürşid de ve en mukaddes üstâd da odur. Ona yapıştım. Nâkıs ve perişan isti‘dâdım, elbette lâyıkıyla o Mürşid-i Hakîkî’nin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor. Fakat ehl-i kalb ve sâhib-i hâlin derecâtına göre o feyzi, o âb-ı hayatı, yine onun feyziyle gös­terebiliriz. Demek Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nûrlar, yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, rûhî, hâlî mesâil-i îmâni­yedir. Ve pek yüksek ve kıymetdar maârif-i İlâhiye hükmündedirler.


Yorum Yap

Yorumlar