Risale-i Nur'un mehdiyet hakkındaki izahları nelerdir?
Sualinize cevab olmak üzere Risale-i Nur Külliyatı'nda yapılan mühim izahları derleyerek buraya aldık.
Sözler Mecmuası:
Yirminci
Söz'ün âhirindeki sual ve cevabda izah ettiğimiz mes'eledir. İcmali
şudur ki: Din bir imtihandır, bir tecrübedir. Ervah-ı âliyeyi, ervah-ı
safileden tefrik eder. Öyle ise ileride herkese göz ile görülecek
vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki; ne bütün bütün meçhul kalsın, ne
de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı
açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira eğer tamamen bedahet
derecesinde bir alâmet-i Kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa; o
vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır.
Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi' olur. İşte bunun için, Mehdi ve
Süfyan mes'eleleri gibi çok mes'elelerde çok ihtilaf olmuş. Hem rivayat
dahi çok muhteliftir, birbirine zıd hükümler olmuş. (24. Söz)
Mehdi
gibi eşhasın hakkındaki rivayatın ihtilafatı ve sırrı şudur ki: Ehadîsi
tefsir edenler, metn-i ehadîsi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik
etmişler. Meselâ: Merkez-i saltanat o vakit Şam'da veya Medine'de
olduğundan, vukuat-ı Mehdiye veya Süfyaniyeyi merkez-i saltanat
civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ederek öyle
tefsir etmişler. Hem de o eşhasın şahs-ı manevîsine veya temsil
ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zâtlarında tasavvur
ederek öyle tefsir etmişler ki, o eşhas-ı hârika çıktıkları vakit bütün
halk onları tanıyacak gibi bir şekil vermişler. Halbuki demiştik: Bu
dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır, fakat ihtiyarı elinden
alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müdhiş Deccal dahi çıktığı zaman
çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u
imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhirzaman tanılabilir. (24. Söz)
Mektubat Mecmuası:
Süfyan
(İslam Deccalı) ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mana
budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi:
Nifak perdesi altında, risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek
Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, şeriat-ı
İslâmiyenin tahribine çalışacaktır. Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevînin
silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına
geçecek Âl-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zât-ı nuranî, o
Süfyan'ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp
dağıtacaktır. (15. Mektub)
Hazret-i Mehdi'ye dair muhtelif
rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat, başka başkadır. Halbuki
Yirmidördüncü Söz'ün bir dalında isbat edildiği gibi; Resul-i Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i
maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hâdiselerde
ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi
olan Âl-i Beytine ehl-i imanı manevî rabtetmek için, Mehdi'yi haber
vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdi gibi, herbir asır Âl-i Beytten bir nevi
Mehdi, belki Mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beytten ma'dud olan Abbasiye
Hulefasından, Büyük Mehdi'nin çok evsafına câmi' bir Mehdi bulmuş.
İşte Büyük Mehdi'den evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan Hulefa-yı
Mehdiyyîn ve Aktab-ı Mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdi'nin evsafına
karışmış ve ondan rivayetler ihtilafa düşmüş. (15. Mektub)
“Eimme-i Erbaa (dört mezheb imamı), Sahabeden ve Mehdi'den sonra en efdallerdir.” (23. Mektub)
Sual:
Âhirzamanda Hazret-i Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah
edeceğine dair müteaddid rivayat-ı sahiha var. Halbuki şu zaman, cemaat
zamanıdır; şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî
derecesinde olsa, bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı
manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı
mağlubdur. Şu zamanda -kuvvet-i velayeti ne kadar yüksek olursa olsun-
böyle bir cemaat-ı beşeriyenin ifsadat-ı azîmesi içinde nasıl ıslah
eder? Eğer Mehdi'nin bütün işleri hârika olsa, şu dünyadaki hikmet-i
İlahiyeye ve kavanin-i âdetullaha muhalif düşer. Bu Mehdi mes'elesinin
sırrını anlamak istiyoruz?
Elcevab: Cenab-ı Hak kemal-i
rahmetinden, şeriat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himayet
olarak, herbir fesad-ı ümmet zamanında bir muslih veya bir müceddid
veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u a'zam veya bir mürşid-i ekmel
veyahud bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zâtları göndermiş; fesadı izale
edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmedîyi (A.S.M.) muhafaza etmiş.
Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhirzamanın en büyük fesadı zamanında;
elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim,
hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u a'zam olarak bir zât-ı nuranîyi
gönderecek ve o zât da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak
bir dakika zarfında beyn-es sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup
boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve
bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte
kış fırtınasını icad eden Kadîr-i Zülcelal; Mehdi ile de âlem-i İslâmın
zulümatını dağıtabilir. Ve va'detmiştir, va'dini elbette yapacaktır.
Kudret-i İlahiye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab
ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua
lâyıktır ki; eğer Muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde
öyle olmak lâzım gelir ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle
ki: Felillahilhamd “Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âl-I
Muhammedin…ila ahir.”duası -umum ümmet, umum namazında, günde beş defa
tekrar ettikleri bu dua- bilmüşahede kabul olmuştur ki; Âl-i Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet
almış ki; umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a'sarın
mecma'larında o nuranî zâtlar kumandanlık ediyorlar. Ve öyle bir
kesrettedirler ki; o kumandanların mecmu'u, muazzam bir ordu teşkil
ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka
vaziyetini alsalar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde
rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara
karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm'dır ve Hazret-i Mehdi'nin en has ordusudur.
Evet bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senedlerle ve
an'ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil
neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beyt'ten gelen seyyidler
nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün
ehl-i hakikatın fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar
reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemmiyeten milyonları geçen bir
nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî
ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir
cemaat-ı azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak
hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir
hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarîk-ı
hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan
sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden
bekleriz ve beklemekte haklıyız. (29. Mektub)
Hazret-i Mehdi'nin
cem'iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i
bid'akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek; yani
âlem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle
şeriat-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i
Mehdi cem'iyetinin mu'cizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve
dağıtılacak.
Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle
medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal
komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i hakikîsini İslâmiyetin
hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî
cemaatı namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir
cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın riyaseti
altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak.
(29. Mektub)
Hem ben müteaddid insanları gördüm ki, bir nevi
Mehdi kendilerini biliyorlardı ve "Mehdi olacağım" diyorlardı. Bu
zâtlar yalancı ve aldatıcı değiller, belki aldanıyorlar. Gördüklerini,
hakikat zannediyorlar. Esma-i İlahînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A'zam
dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet
de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan
meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi
şudur:
Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin
hususiyeti bulunduğu ve kutb-u a'zama has bir nisbeti göründüğü ve
Hazret-i Hızır'ın bir münasebet-i hâssası olduğu gibi, bazı meşahirle
münasebetdar bazı makamat var. Hattâ o makamlara "Makam-ı Hızır",
"Makam-ı Üveys", "Makam-ı Mehdiyet" tabir edilir.
İşte bu sırra
binaen, o makama ve o makamın cüz'î bir nümunesine veya bir gölgesine
girenler, kendilerini o makamla has münasebetdar meşhur zâtlar
zannediyorlar. Kendini Hızır telakki eder veya Mehdi itikad eder veya
kutb-u a'zam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o
halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır.
Onunla belki mes'ul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha
müteveccih ise; o zât enaniyete mağlub olup, şükrü bırakıp fahre girse,
fahrden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder
veyahut tarîk-ı haktan sapar. Çünki büyük evliyayı, kendi gibi telakki
eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira nefis ne kadar mağrur da
olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder. O büyükleri de kendine kıyas
edip, kusurlu tevehhüm eder. Hattâ enbiyalar hakkında da hürmeti
noksanlaşır.
İşte bu hale giriftar olanlar, mizan-ı şeriatı elde
tutmak ve Usûl-üd Din ülemasının düsturlarını kendine ölçü ittihaz
etmek ve İmam-ı Gazalî ve İmam-ı Rabbanî gibi muhakkikîn-i evliyanın
talimatlarını rehber etmek gerektir. Ve daima nefsini ittiham etmektir.
Ve kusurdan, acz ve fakrdan başka nefsin eline vermemektir. Bu
meşrebdeki şatahat, hubb-u nefisten neş'et ediyor. Çünki muhabbet gözü,
kusuru görmez. Nefsine muhabbeti için, o kusurlu ve liyakatsız bir cam
parçası gibi nefsini, bir pırlanta, bir elmas zanneder. (29. Mektub)
Şualar:
Her
asırda mehdi manasına ümmetin fıtrî bir ihtiyacına binaen beklemişler.
Ve birkaç vecihte rivayetlerin delaletiyle birkaç mehdi, belki her
asırda bir nevi mehdi sâdât-ı Ehl-i Beyt'ten geleceği ümmetçe kabul
edilmiş. Buna hata diyen, birkaç cihette yanlış eder. (14. Şua)
Şahs-ı
İsa Aleyhisselâm'ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal'ın teşkil
ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı
manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini
mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki; o ruhanîler, din-i İsevî'nin
hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak,
manen öldürecek. Hattâ "Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir. Hazret-i
Mehdi'ye namazda iktida eder, tâbi' olur." diye rivayeti bu ittifaka ve
hakikat-ı Kur'aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder. (5.
Şua)
Rivayetlerde, âhirzamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i
Beyt-i Nebevî'den Hazret-i Mehdi'nin (Radıyallahü Anh) hakkında ayrı
ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide
onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a'lem bissavab, bu ayrı ayrı
rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var.
Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad
âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi.. herbir asır
me'yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi
Mehdi'ye veyahut Mehdi'nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline
muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda
bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt'ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve
sünnetini ihya etmiş. Meselâ: Siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve
diyanet âleminde Gavs-ı A'zam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve
oniki imam gibi Büyük Mehdi'nin bir kısım vazifelerini icra eden zâtlar
dahi, -Mehdi hakkında gelen rivayetlerde- medar-ı nazar-ı Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım
ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... Bu mes'ele Risale-i
Nur'da beyan edildiğinden, onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki:
Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver
hiçbir cem'iyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt'in hanedanına ve
kabilesine ve cem'iyetine ve cemaatine yetişebilsin.
Evet yüzer
kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin
başına geçiren ve hakikat-ı Kur'aniyenin mayası ile ve imanın nuruyla
ve İslâmiyet'in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette
âhirzamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve Sünnet-i
Ahmediyeyi (A.S.M.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan
Büyük Mehdi'nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri
gayet makul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı
içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır. (5. Şua)
Bundan bir asır sonra zulümatı dağıtacak zâtlar ise, Hazret-i Mehdi'nin şakirdleri olabilir. (1. Şua)
Münazarat:
S-
Bazı adam, dediğiniz gibi demiyor. Belki "Mehdi gelmek lâzımdır." der.
Zira dünya şeyhuhet itibariyle müşevveştir; İslâmiyet ağrazın teneffüsü
ile müzelziledir.
C- Eğer Mehdi acele edip gelse; baş-göz üstüne,
hemen gelmeli. Zira güzel bir zemin müheyya ve mümehhed oldu.
Zannettiğiniz gibi çirkin değildir. Güzel çiçekler, baharda vücudpezir
olur. Rahmet-i İlahî şanındandır ki; şu milletin sefaleti, nihayetpezir
olsun.
Barla Lahikası:
Ey küre-i arzda bulunan gençler,
hocalar ve halifeler! Bin seneden beridir insanların aradığı Mehdi
Hazretlerinin pişdarı ve müjdecisi üstadımın neşrettiği Risale-i
Nur'dur. (Mustafa Hulusi)
Kastamonu Lahikası:
Evet bu
zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem
hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer
müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza
noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve
hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü,
dördüncü derecede kalıyor.
Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din
hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir.
Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve
hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve
siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o
adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.
Hem bu
üç vezaifi birden bir şahısta, yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve
mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, âdeta kabil
görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî'nin (A.S.M.) cemaat-ı
nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'de ve cemaatindeki şahs-ı
manevîde ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür
olsun ki, Risale-i Nur'un hakikatına ve şakirdlerinin şahs-ı
manevîsine, hakaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış.
Yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihane neşriyle
gayet dehşetli ve kuvvetli zındıka ve dalalet hücumuna karşı tam
mukabele edip, yüzbinler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını
kırkbinler adam şehadet eder.
Emirdağ Lahikası 1:
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Nur'un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına
benden sordu ki: Nur'un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek
musırrane olarak âhirzamanda gelen Âl-i Beyt'in büyük bir mürşidi seni
zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de
bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun.
Elbette onların elinde bir hakikat ve kat'î bir hüccet var ve sen de
bir hikmet ve hakikata binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir
tezaddır, herhalde hallini istiyoruz.
Ben de bu zâtın temsil
ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir
hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lâzım:
Birincisi: Çok defa mektublarımda işaret ettiğim gibi, Mehdi-i Âl-i
Resul'ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi
var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa,
o vazifeleri onun cem'iyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i
İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi:
Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer
içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun
fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı
dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi
bırakmakla, çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden,
Hazret-i Mehdi'nin o vazifesini bizzât kendisi görmeğe vakit ve hal
müsaade edemez. Çünki hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) cihetindeki
saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi
ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zât, o taifenin uzun
tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir proğram yapacak, onun
ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği
kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına
tam sahib olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar, manen
bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
İkinci Vazifesi:
Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya
etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti
maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu
vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan
ordular lâzımdır.
Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok
ahkâm-ı Kur'aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.)
kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın
manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema
ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve
kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o
vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.
Şimdi hakikat-ı hal böyle
olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği olan imanı
kurtarmak ve imanı tahkikî bir surette umuma ders vermek, hattâ avamın
da imanını tahkikî yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet
edici, irşad edici manasının tam sarahatını ifade ettiği için, Nur
şakirdleri bu vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci
ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci ve üçüncü derecedir diye,
Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi Mehdi telakki
ediyorlar. O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin
tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi
mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona
da veriyorlar. Gerçi bu bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda
mes'ul değiller. Çünki ziyade hüsn-ü zan, eskiden beri cereyan ediyor
ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade hüsn-ü zanlarını
bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikadlarının
bir tereşşuhu gördüğümden onlara çok ilişmezdim. Hattâ eski evliyanın
bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın
hidayet edicisi olduğu diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili
anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır:
Birincisi: Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife
derecesinde değiller, fakat hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ve ittihad-ı
İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde
herkeste, hususan avamda, hususan ehl-i siyasette, hususan bu asrın
efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Ve bu isim
bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset
manasını ihsas eder, belki de bir hodfüruşluk manasını hatıra getirir,
belki bir şan ü şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını
gösterir. Ve eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar,
Mehdi olacağım diye dava ederler. Gerçi her asırda hidayet edici bir
nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat herbiri üç vazifelerden
birisini bir cihette yapması itibariyle, âhirzamanın Büyük Mehdi
ünvanını almamışlar.
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı
şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: "Eğer
Mehdilik dava etse, bütün şakirdleri kabul edecekler." Ben de onlara
demiştim: "Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller
bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt'ten
olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali'nin (R.A.) bir veled-i manevîsi
hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir
manada hakikî Nur şakirdlerine şamil olmasından, ben de Âl-i Beyt'ten
sayılabilirim; fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur'un
mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu
etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif
olmasından, Cenab-ı Hakk'a hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime
beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla
makamata gözümü dikmem ve Nur'daki ihlası bozmamak için, uhrevî makamat
dahi bana verilse, bırakmağa kendimi mecbur biliyorum." dedim, o ehl-i
vukuf sustu.
Sikke-i Tadik:
Risalet-ün-Nur şâkirdleri ise; vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber.. kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktanberi sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeğe sevkeden dehşetli esbab altında Risalet-ün-Nurun şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkaların ve dalâletlerin savletlerinin kırılması ve yüzbinler bîçârelerin îmanlarını kurtarması ve herbiri yüze mukabil binler hakikî mü'min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdık'ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat isbat etmiş ve ediyor ve inşâallah daha edecek. Hem öyle kökleşmiş ki, inşâallah hiçbir kuvvet, Anadolunun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri, yâni Mehdi ve şâkirdleri, Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allaha şükrederiz.
Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan îman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i îmanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmiha Risale-i Nurda görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zâtın makamını Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bâzan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatdan anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nuru bir programı olarak neşr ve tatbik edecek. O zâtın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymetdardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa'şaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. İşte o has Nurcular ve bir kısmı evliya olan o kardeşlerimizin tâbire ve te'vile muhtaç fikirlerini ortaya atmak, ehl-i dünyayı ve ehl-i siyaseti telâşa verir ve vermiş.. hücumlarına vesile olur. Çünki, birinci vazifenin hakikatını ve kıymetini göremiyorlar, öteki cihetlere hamlederler.
Kardeşlerimin ikinci iltibası : Fâni ve çürütülebilir bir şahsiyeti, bâzı cihetlerle birinci vazifede pişdarlık eden Nur Şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsini temsil eden o âciz kardeşine veriyorlar. Halbuki bu iki iltibas da Risale-i Nurun hakikî ihlâsına ve hiçbir şey'e, hattâ mânevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmamasına bir cihette zarar verdiği gibi, ehl-i siyaseti de evhama düşürüp Risale-i Nurun neşrine zarar gelir. Bu zaman, şahs-ı mânevî zamanı olduğu için, böyle büyük ve bâkî hakikatlar, fânî ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez!
Elhâsıl : O gelecek zâtın ismini vermek, üç vazifesi birden hatıra geliyor, yanlış olur. Hem hiçbir şey'e âlet olmayan Nurdaki ihlâs zedelenir, avâm-ı mü'minîn nazarında hakikatların kuvveti bir derece noksanlaşır, yakîniyet-i bürhaniye dahi kazâyâ-yı makbûledeki zann-ı galibe inkılâb eder, daha muannid dalâlete ve mütemerrid zındıkaya tam galebesi, mütehayyir ehl-i îmanda görünmemeye başlar; ehl-i siyaset evhama ve bir kısım hocalar itiraza başlar. Onun için, Nurlara o ismi vermek münasip görülmüyor. Belki müceddittir, onun pişdarıdır, denilebilir.