Soru

İmkanın Çeşitleri

"İmkânın enva'ı var. İmkân-ı aklî, imkân-ı örfî, imkân-ı âdi gibi kısımları vardır." Açıklar mısınız?

Tarih: 24.12.2013 22:04:41
Okunma: 6479

Cevap

İmkân-ı aklî: Bazı emarelere binaen bir şeyin aklen mümkün olması demektir. 

Üstad Bediüzzaman hazretleri İmkan-ı akliyi şöyle tarif eder.

"İmkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni' olmayan bir maddede, vücud ve ademe bir delil-i kat'iyye dest-res olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neş'et etmiş ise makbuldür. Yoksa muteber değildir." (Muhakemat)

Yani vücudu vacip veya imkansız olmayan bir şeyde varlığına veya yokluğuna kesin delil yoksa akıl bunda tereddüd eder. Eğer delile dayanıyorsa kabul edilir. Yoksa kabul edilmez.

Herhangi bir emare olmayan ihtimale ise imkan-ı âdî, yada imkan-ı zatî denir. Zatında mümkün olan bir şeyin olması için bir delile dayanması gerekir. Mesela şu anda büyük bir kaza olmuş olabilir. Bu zatında mümkündür. Fakat bunun olduğunu söylemek ve inanmak için delile ihtiyaç vardır. İşte akıl burada devreye girer ve delil sorar.

Mesela Karadeniz şu anda suyunu çekmiş ve yere batmış olabilir. Bu bir imkan-ı zatidir. Fakat buna dair herhangi bir delil yoktur. Bundan dolayı yakinen biliriz ki Karadeniz şu anda yerli yerinde duruyor. Çünkü bir delilden ortaya çıkmayan bir ihtimalin önemi yoktur. Eğer delile dayanıyorsa o zaman imakn-ı akli dairesinde olur.

Olması mümkün olmayan bir şeyi mümkün zannetmeye ise, imkan-ı vehmî denir. 

İmkan-ı örfî, harika da olsa insanlık aleminde örneği görülmüş şeylere denir. Mesela, bir insanın kalbinden geçeni bilmek, ya da kırk gün aç yaşayabilmek, iki başlı bir çocuk doğması veya evliyaların gösterdiği kerametler bu nevdendir. 

Fakat ayı ortadan ikiye yarmak, mezardan ölüleri diriltmek gibi hadiseler, on parmağından fışkıran suyla bir orduyu doyurmak gibi harikaların insanlar arasında benzeri bulunamaz, ancak mucize olarak bulunur. Bu derece harika olan kerametlerin sayısı nisbet olarak azdır.

Vesvese Risalesinde İmkan-ı zati hakkında şöyle bir izah vardır:

"Şu nevi‘ vesvesenin en mühimi budur ki, vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı zihnîyi birbiriyle iltibâs eder. Yani bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen dahi mümkün ve aklen meşkûk tevehhüm eder. Halbuki ilm-i kelâmın kaidelerindendir ki, imkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münâfî değil. Ve zarûret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür. Ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz. Şübhesiz biliyoruz. Ve o ihtimâl-i imkânî ve o imkân-ı zâtî, bize şekk vermez, bir şübhe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ, şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün gurûb etmesin veya yarın tulû‘ etmesin. Halbuki bu imkân, yakînimize zarar vermez. Şübhe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ, hakāik-i îmâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurûbuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i îmânîye zarar vermez. Hem لَا عِبْرَةَ لِلْأِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِيِ عَنْ دَل۪يلٍ Yani “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimâlin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kāide-i meşhûre hem usûlüddin, hem usûlü’l-fıkhın kāide-i mukarreresindendir." (21. Söz)


Yorum Yap

Yorumlar